OSMANLI DÖNEMINDE SIA

Bir başka rivayete göre ise, Orhan Gazi Yeniçeri’yi kurduktan sonra Hünkar’ın Amasya taraflarındaki “Suluca Karahöyüğü” adındaki ikametgahına giderek bütün asker hakkında onun hayır duasını almıştı. O da elinin birini bu askerlerden birinin başına koyarak: “Bunların ismi yeniçeri olsun. Cenab-ı Hak yüzlerini ak, bazularını kuvvetli, kılıçlarını keskin, oklarını mühlik, kendilerini daima galip etsin,” diyerek dua buyurmuşlardı. Vilayetname’ye güvenildiği takdirde Hünkar’ın çok daha evvel göçtüğü ve bu rivayetin de gerçek olmadığı anlaşılıyor. O devirlerin fikrî ürünler açısından en geniş alanını Babai ve Kalenderi zaviyeleriyle birlikte daha birtakım tarikat pirlerinin yuvaları teşkil etmekteydi. “Rum abdalları”, “Horasan pirleri” gibi tabirlerin pek sıklıkla kullanılmakta olduğu eserlerden anlaşıldığına göre “Şiai Batıniye” hareketlerinin yoğunlaştığı merkezin başında muhakkak cenkçi ve silahşör kuvvetlerin hazır bulundurulmasıyla ikinci bir Babai katliamına mani olma gayesinin güdüldüğü anlaşılmaktadır. İslâmî çevrelerde Batıni harekatını düşmanca karşılayan bir devlet siyasetinin ihtilalleri en çok ordu kuvvetiyle ezdirdiğini art arda tecrübelerle öğrenen “Şia-i Batıniyye Daileri,” Selçuklular’ın çöküşünden sonra, hükümetlerin oluşturacağı bütün ordu kuvvetlerinde yer almayı kararlaştırmıştı. Osmanlı Devleti’nin kuruluş aşamasında da Batıniler, öncelikle askerî kuvvetlerin içerisinde yer almayı ihmal etmediler. Sultan Orhan tarafından yapılan teftişler neticesinde Baba İlyas Horasani hulefasından Sultan Höyüğü Vakfı’na ait Geyikli Baba Alevi tekkesi padişahın iltifatlarına mazhar olmuş ve Padişah tarafından buraya pek çok hediyeler gönderilmişti.

Evliya Çelebi’ye göre Ahmet Yesevi müritlerinden olan Sarı Saltık, 1264 yılında birçok müritleriyle birlikte Rumeli’ye geçti. Dobruca, Kırım, Moskova, Lehistan kıtalarını dolaştıktan ve oralarda İslamiyet’in uzun süre yayılmasına hizmet ettikten sonra Karesi Oğullarından İsa Bey zamanında Gelibolu’dan Çardak’a döndüler. Kazdağı üzerinde Edremit Körfezi’nin doğu ve kuzeydoğusuna doğru uzanan silsilesini izleyerek orada oturmakta olan Türkmenler’in arasında uzun yıllar ikamet etti. Rumeli kıtasında Sarı Saltık’a ait pek çok ziyaretgah bulunmaktadır. Bektaşi ananesinde mühim bir yeri olan bu Şii babanın, Babaeski’de de yaşamış olduğu ve türbesinin Aya Nikola Kilisesi’nin yerinde bulunduğu Hristiyanlar’ca da kabul edilmektedir. Kazdağı’nın bütün Alevi-Tahtacı alemin de yaşatılan kutsiyeti ile onun “Sarı Kızı” ile Sarı Saltık Baba’nın sarılığı arasındaki benzetmeler göz önüne alındığında, ve özellikle de bütün Tahtacı aleminde aynen bir Kabe gibi takdis edilmesi hatırlanacak olunduğunda, Batı Anadolu’nun en mutena köşesinde yer alan Edremit havzasının bütün Şia-i Batıniyye mensuplarınca ne kadar yüksek bir öneme haiz olduğu da anlaşılmış olur. Hacı Bektaş halifelerinden Tavvas, Uşak, Söğüt, Balıkesir, Edremit’e kadar uzanan ve Akdeniz ile bağlantı kuran yörelerde, güneyde ise Burak Baba gibi daha birçok müritle birlikte Osman Gazi’nin yurdunda Söğüt ile Sakarya Nehri kıyılarında, ve yükseklerdeki Türkmen ve Yörük yaylalarında dolaşan Kumral Baba benzeri birçok Şiai Batıniyye müritleri Kocaeli bölgesine yerleşen Türkler arasında Batıniliği yaymaktaydılar.

Orhan Gazi devrinde Rumeli feth edilince devletin resmi dilinin Türkçe olduğu fermanlarla her tarafa ilan edilmişti. Türkçe’nin açık ve selis ifade şekliyle rubai, nefes, destan gibi şiirlerin çeşitli ölçülerine tevdi edilmesidir. Özellikle koşma, deyiş, semaî usulünde söylenen şiirlerin, bağlama, saz, bozuk ve kopuzlarla terennüm edilen şekilleri Türk ruhunun millî benliğine o kadar uyum sağladı ki, şehir ulemasının ağdalı dilinden hiçbir şey anlamayan Türkmenler bunlara karşı hiç ilgi duymamaktaydılar. Bu fırsatı iyi değerlendiren, Keyalu Baba, Abdal Musa, Tuğlu Baba, Baba İlyas Horasani, Baba İshak Kefersudi ve Ebul Vef-i Harezmi gibi tekkelere mensup olan karışık akide sahibi batını babaları ve Şiai Batıniyye Daileri” Anadolu’nun dört bir tarafına “Batıniyye Mezhebi” ilkeleri doğrultusunda faaliyet gösteren zaviyeler açmağa başlamışlardı. Orhan Gazi’nin cülusuna kadar geçen süre zarfında kendilerini mutasavvıf olarak tanıtmış olan bazı babaların nüfuzları, bunların Osmanlı Devleti tarafından rehberlikleri kabul edilecek derecede artmıştı. Osman Gazi’ye elifli taç giydirdiği rivayet edilen Hacı Bektaş ile Orhan Gazi’nin kardeşi Alaattin Paşa’nın Şeyh Edebali dergahına mensup birer derviş olmaları bu etkinin ne kadar kuvvetli olduğunun bir delilidir. Vilayetname-i Hacı Bektaş-ı göre Batı Anadolu’nun fütuhatı Hacı Bektaş’ın halifeleri sayesinde gerçekleştirimiş olup, Osman Gazi’de Hünkar’dan nasip alanlar arasındandır. Bu şiddetli tesirler neticesinde Osmanlı ülkelerinde Bektaşilik, Melamilik, Hurufilik gibi Şia Batıniyye şubeleri kolayca yayılmaktaydı. Orhan Gazi tarafından bir veli olarak benimsenen Keyalu Baba Bursa’nın fethinde bulundu. Halbuki, Osmanlı Devleti kurulduğu ilk günden itibaren Sünni bir devlet yapısına sahipti.

Orhan Gazi'nin, dervişlerin konaklamaları, namaz, semah gibi ibadetlerini yerine getirmeleri için inşa ettirdiği imaret ve tabhaneli zaviyeler'in yanı sıra onun Babai dervişi Geyikli Baba ile ilişkileri bu izlenimi desteklemektedir. Hacı Bektaşı Veli, Osman Bey veya onun neslinden herhangi biriyle karşılaşacak kadar uzun yaşamamış olsa da Orhan Gazi'nin anne tarafından dedesi Osman Gazi'nin kayın pederi olan Şeyh Edebali'nin Hacı Bektaş ile birlikte Amasya'da yaşamış bir Vefai dervişi olan Baba İlyas'ın müridi olduğunu ve Edebali'nin de diğer müritler gibi Baba İlyas'ın yokluğunda Hacı Bektaş'a uyduğu bilinmektedir. Şeyh Edebali'nin kızını bilindiği üzere Osman Gazi ile evlendirmesi, Osman ocağı ile Hacı Bektaş arasındaki ilişki daha anlaşılır bir hale gelmektedir. Buna Edebali'nin yolculuk yapanlara hizmet veren bir misafirhaneye sahip Ahi şeyhi olduğu da eklenince, Osman Gazi'nin damadı olarak desteğini sağladığı Şeyh Edebali'nin Hacı Bektaş ile ilişkisi daha da önem kazanmaktadır. Bektaşilik, Hacı Bektaş ile çağdaş olup Kırşehir'de yaşayan Anadolu Ahiliğinin kurucusu sayılan Ahi Evren'in yakın ilişkileri sayesinde Anadolu Ahileri için çekim merkezi haline gelmişti. Ahilik icazeti verme yetkisine sahip derecede bir Ahi olan Sultan I Murat, Hacı Bektaş tekke külliyesinin ilk anıtsal binası olan Meydan Evi'ni yaptırdıktan sonra yerleştirilen kitabede Melik kimliğinin yanı sıra Ahi kimliğini de kullanmıştır

Bütün batıniyye kollarında olduğu gibi Bektaşiler de kendi içlerinde mürit, baba, dede baba gibi ayrı ayrı rütbelere haiz bazı basamak ve makamlara bölünmüşlerdir. Çeşitli din ve akidelerin serpilmiş tohumlarından pek çok örnekler ihtiva ettiği gibi bir ucu Hint felsefesine dayanan tenasüh ve hulule inanmak ve tüm canlı mahlukata karşı aşırı saygı duyguları beslemek Bektaşiliğin ana ilkeleri arasında yer alır. Bektaşi İlahiyatı Vahdet-i Vücudun neffi vücuda kadar vardığı gibi Hristiyanlık ile de ortak tarafları mevcuttur. İslamiyet’in ruhbaniyet ve keşişliğe şiddetle muhalefet etmesine karşın Bektaşiler de tam aksine evlenmenin aleyhine tavır alır, ve alameti tecrit olarak ta Balım Sultan türbesinin eşiğinde kulakları doldurarak Menkuş takmak en yüksek Tevella ve Teberra’yı ifade eder.

Osmanlı İmparatorluğu devrinde Yanya’ya bilahare Manastır Vilayeti’ne bağlı olan Avlonya kasabası Anadolu’daki Hacı Bektaş Ocağı’nın Dedebabalarının çoğunu yetiştirmekteydi. Bütün din ve mezheplere kendi kapısını açmış olan Bektaşilik, İslamiyet’in resmi itikadını tanımayan çeşitli din ve itikat mensuplarını da kendi hudutları içerisine almakta hiçbir sakınca görmemiştir. Geçmişte “Türkiye Bektaşileri arasında Katolik ve Ortadoksluk gibi Hristiyan dininin mezheplerinden olan Rum ve Ermenilere mensup Canlar, Babalar, Dedebabalar ve hatta zaviye yöneten Hristiyan Bektaşiler’e sıkça rastlanmaktaydı. Anadolu’nun vaktiyle İslâm dinine girmemiş olan Türk Hristiyanları arasında da pek çok Bektaşileri vardı. Avrupa’daki Bektaşiliğin en çok geliştiği bu çevrelerde İslamiyet duyguları pek zayıf ve gevşek olduğu gibi yaşamış oldukları Hristiyan memleketlerinde mevcut gayri İslami batıl itikatların çoğunu da paylaşmaktadırlar. Toska Arnavutları’ın önemli bir kesimi mezheben Caferiyye Şiiliği’nden olup tarikaten ise Bektaşi’dirler.

Bektaşiliğin bütün ananesi Bedriyye, Kalenderiye, ve diğer “Şia-i Batıniyye” mezhepleriyle ortak bir cephe arz etmektedir. Fadl’Allah Hurufinin Bektaşi öğretisi içine yerleştirmeyi başardığı akaidin hakim olduğu yörelerde vaktiyle Şeyh Halife ve Hasan Cevri’nin müritleriyle diğer Şii-Babalar tarafından serpiştirilmiş birçok itikatlar mevcuttu. “Bektaşilik Tarikatı” Hurufi tesirlerine maruz kaldıktan sonra, Hurufiliğin inanış ve kuramları hakkındaki esasları içeren Fadl’Allah Yezdani’nin Cavidanname’si, Şeyh Safi’nin Hakikatname’si, Ali’ul-Ala’nın Mahşername’si, Emir Gıyas’ed-Dan’in Üstüvaname’si, Frişte Oğlu’nun Ahiretname’si ve yine bu konuda yazılmış olan Aşıkname, Hidayetname, Mukaddeme’t-ûl-Hakayık, Muharremname-i Seyyit İshak, Nihayetname, Turabname, Miftahûl-Gayb, Tuhfet’ûl-Uşşak, Risale-i Nokta, Risale-i Huruf, Risale-i Fazlul-Lah, ve Viran Abdal risalesi gibi eserler Bektaşi canlarının üstatları tarafından hürmetle eller üstünde tutulmaktadır. 8 Ağustos 1164 tarihinde “Kıyam-ı Kıyamet” adıyla anılan günde “Hand Hasan” Elemut – Beldet-ul’İkbal’de yapılan büyük merasimde bütün dinî tekliflerin tamamiyle ilga edildiğini ilân etti. Verdiği beyanatta: “Ben İmam-ı Zaman’ım, emir ve neyh’e ait ne kadar tekalif mevcutsa hepsini lağvettim. Halk Batınen hüdaya merbut kalmalı, Zahirde ise tamamen hürdür.” Kuran-ı Kerim’de anlaşılan mana zahiri değil batınidir. Böylece, “Batıniler” bütün dinî kayıtleri ve hatta içtimaî yükümlülükleri dahi istinasız kaldırıp atmışlardır. Bu husustaki “Melahide-i Batıniyye” itikatı bütün “Hurufi–Bektaşiler” tarafından da aynen paylaşılmaktadır. Hurufilik’te ise sadece haftada iki rekat Cuma Namazı farzı kabul edildikten sonra geri kalan diğer ibadet hükümlerinin tamamı ve bütün İslâmî mevzuatlar lağvedilmiştir.

Balım Sultan, Alevi Bektaşilere göre Pir-i Sani’dir. Alevilik Bektaşilik araştırmacısı İngiliz J. K. Birge bu süreci Alevi toplumunun yorumuna göre yapar. Ona göre; “13. yüzyıldan başlayarak Küçük Asya’dan ismen ait oldukları çeşitli dinlerden karışmış öğeler içeren bir tür halk dini gelişti. Hacı Bektaşi Veli’nin harekete yardımcı olan gezginci ruhanî önderlerden biri olarak giderek artan bir biçimde üstünlüğü tanındı. Sadece Kırşehir yakınındaki köy adını ondan almakla kalmadı, fakat tüm Küçük Asya’da sayısız köyde onun adı Pir olarak ünlendi. Balım Sultan’la kent içi ve yakınlarındaki tekkelerde daha yetkinleştirilmiş bir ritüel ve örgütlenme başladı. Bu örgütlenme, belirli ölçülerde çok benzer inanç ve uygulamaları sürdüren, fakat Bektaşiliğin düzenlenmiş sisteminin dışında kalan köy gruplarından farklılaşarak daha biçimsel olarak örgütlenmiş “Bektaşi Tarikatı” haline geldi”.

Balım Sultan, 1501'lerde dönemin padişahı Sultan Bayeziti Veli tarafından Kırşehir’deki Hacı Bektaş Dergahı’nın başına atanmıştır. Balım Sultan’a kadar Bektaşîlik, genellikle kırsal kesimlerde ve köylük yörelerde tutunmuş, Alevi-Türkmen içerisinde benimsenme olanağı bulmuştur. Özellikle Aleviliğin bir türevi ve Aleviliği yeniden biçimleyen, onları eğiterek disipline eden bir eğilim olarak kendini ortaya korken, Balım Sultan’la kentsel kesimlere ve Osmanlı aydınları arasına da girmiştir. Böylece Bektaşîlik tarihinde yeni bir dönem başlar ve Bektaşiler; “Köy Bektaşisi”, “Kent Bektaşisi” olarak farklılaşırlar. Kent Bektaşîliğine “Nazenin Tarikatı” veya Babagan Kolu da denir. Balım Sultan, “Bektaşi Erkannamesi”’ni düzenlemiş ve bu örgütlenmeye katılmanın koşullarını oluşturmuştur. Aynı zamanda, On iki imam anlayışını yola kazandırmıştır. Bu, onun yaptığı yeniliklerin başındadır. “On iki imam törenleri”, “on iki çerağ”, “on iki post”, palhenk, “evlenmemiş babalık kuralı”, şerbet yerine şarap, “Hurufilik” etkisi, “İbahiyecilik”, “üçleme, “tenasüh”, ve “hülul” kavramları tarikatın bünyesine onun sayesinde girer.

On iki imam inancı Alevi Şiilik’te başından beri olmasına karşın, Bektaşilik Tarikatı’nın temel töreleri arasına Balım Sultan’la girer. Tarikatın “temel direği” olur. Her bağlının, müridin temel inanışları içerisinde yer alan bir ilke olur. Bu temel ilke Alevi Bektaşi edebiyatının temel çeşnisi ve zenginliği olacaktır. Hemen hemen tüm Alevi-Bektaşî ozanları On iki imam çeşnisini şiirlerinde malzeme olarak kullanacaklardır. Alevi Bektaşi edebiyatı bu zenginlik üzerine kurulmuştur. On iki imam anlayışına paralel olarak yaşam “on iki” rakamı üzerine sistemleştirilmiştir. On iki sayısı eski Türk törelerinde de mevcuttur. Özellikle Şamanist dönemde Şamanların tacı da on iki ayrı hayvanın postundan yapılan parçalarla yapılmaktaydı. Bu da Zodyak çemberini simgelemekteydi. Yani, Kainatı başına Taç etmekteydi. Bu inanış ile On iki imam inanışı harmanlanarak Bektaşî kültüründe on iki terkli taç kullanımı ve On iki imam inancının yansımaları görülmektedir. Cemlerde simgesel olarak on iki çerağ yakılır. Kemer üzerine On iki imamı simgeleyen on iki köşeli “palheng taşı” denilen taş takılır. Bu dervişlerin gönüllerini Tanrı’ya bağlayan bir simge olarak algılanır. “Eline, diline, beline sahip olmayı” gerektirir. Bektaşi tacı on iki dilimlidir. Tekkelerin meydan yerleri, tekke üstündeki baca ve kubbeler hep on iki dilimli olur. Bektaşî tekkelerinde Pire hizmet görevlerinin her biri bir post ile simgeleştirilir ve temsil edilir. Bu anlayışı Balım Sultan “on iki post” biçiminde biçimleyerek tarikatın töreleri arasına kazandırmıştır. Postlardan her biri, Bektaşîliğin en büyük adlarından birine bağlanarak anılmış ve böylece o kişiler ölümsüzleştirilmiştir. On iki imam “sırrı” olan “On iki Post” şunlardır:

Baba Postu: Horasan postu (Hacı Bektaş-ı Veli)

Aşçı Postu: Seyyid Ali Sultan postu

Ekmekçi Postu: Balım Sultan postu

Nakib Postu: Kaygusuz Sultan Abdal postu

Atacı Postu: Kanber Ali postu

Meydancı Postu: Sarı İsmail postu

Türbedar postu: Kara Donlu Can Baba postu

Kilerci Postu: Hacım Sultan postu

Kahveci Postu: Şah Şazeli postu

Kurbancı Postu: İbrahim postu

Ayakçı Postu: Abdal Musa postu

Mihmanevi Postu: Hızır peygamber postu